Zihinsel Detoks: Dijital Telaş Çağında Bir Tatlı Huzur Tasarlamak
Çevirmeli bağlantıların yavaşlığı nedeniyle sabırsızlık ve huzursuzluktan tırnaklarımızı kemirdiğimiz dönemden, yeteri kadar bilgi tüketemediğimiz için geride kalma ya da olup biteni kaçırma endişesiyle anksiyete ve FOMO (Fear of missing out) gibi çeşitli hastalıklara tutulduğumuz günümüze kadar geçen süre sadece ve sadece 30 sene. Bilgiyi tüketen bireyler olarak bu kısacık süre zarfında farkına bile varamadan büyük bir dönüşüm geçirerek hep daha fazlasını talep ettik; daha hızlısını, daha doyurucusunu, daha eğlencelisini, daha ucuzunu — her şeyin “daha”sını.
İnsan türü olarak geleceği hep hayal ettik, ancak teknolojinin palazlanmaya başladığı 70’li, 80’li yıllardan bu yana, hayal etmenin ötesine geçtik ve geleceği tasarlamaya başladık. Gelecek hayali bizi öylesine büyülüyordu ki, imkânsız denen ne varsa tasarladık ve ürettik; üstelik başarılı da olduk. Oysa tasarlamayı unuttuğumuz, tasarlayamayabileceğimizi öngöremediğimiz bir şey vardı: İnsan — nam-ı diğer, kullanıcı. Şimdi görüyor ve anlıyoruz ki, kullanıcıyı odağına almayan tasarımlar zamanın çizgisinde kaybolup gitmeye mahkûm.
Gelin, bu küçük senkronizasyon hatasının bugünü ve yarını nasıl şekillendirdiğini düşünelim; hatta bunun için neler yapılabileceğini bulmaya ve insan-odaklı bir geleceği tasarlamak için harekete geçmeye odaklanalım çünkü artık ortada bir problem olduğunu biliyor, adını koyamasak bile hissediyoruz. Kimileri bunu basitçe “dijital iletişim çağı” olarak adlandırıyor olsa da konu, biz deneyimledikçe daha da derinleşiyor. Neredeyse herkesin şikâyeti bu, kendi hayatımıza yetişemiyoruz. Bizi engelleyen, yavaşlatan, duraksatan her şeyi olumsuz kabul ediyor, daha hızlısını talep ediyoruz. Belki, böylelikle yetişebiliriz?
Problem tam olarak ne?
Bugün web — tam da istediğimiz gibi, nihayet — çok “hızlı” ama bunun için bir ödün vermek zorunda kaldık. Artık talep eden biz değiliz; aksine, sınırlı ömrümüzle web’in bizden talep ettiklerini karşılamaya çalışıyoruz. Bu “hızlı web” denilen şey aslında eski web’le aynı şey değil. Hızlı web, artık kontrolden çıkmış olan ve hepimize “Kahretsin, çok fazla şey var ve ben artık yetişemiyorum.” dedirten ve bize, kendisini her dakika kontrol etmek zorunda hissettiren web.
Bu, eski bir Kızılderili hikâyesini hatırlatıyor. Hikâyede, bir Kızılderili ve bir Beyaz Adam atlarını dört nala sürmektedir. Kızılderili birden dizginlere asılır ve durur. Beyaz Adam şaşkınlıkla sorar, “Neden durduk?”. Kızılderili ise şöyle yanıtlar, “Çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı.”
Bilgi bombardımanı, zaman baskısı, yetişememe endişesi, featuritis hastalığı derken teknolojinin heyecanıyla kendimizi ciddi bir sorunun ortasında bulduk: Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, kalbimizin ritmi hâlâ aynı, dünya güneşin etrafında hâlâ aynı hızla dönüyor ve gün hâlâ 24 saat. Artık biliyoruz ki biyolojik ritmimiz ile sosyal ritmimiz arasında gözle görülür ve inorganik bir tutarsızlık söz konusu. Bu sentetikleşmenin bize iyi gelmediğini biliyoruz ama ayak uydurmaya çalışmadan da yapamıyoruz; aynı fast food zincirlerinde yediğimiz hamburgerler, şeker katkılı ambalajlı yiyecekler ve kimyasal içecekler gibi.
Web bize her gün, her dakika “beni oku”, “buraya tıkla”, “bunu arkadaşına gönder”, “bunu paylaş”, “yeni bir mesajın var”, “okunmamış 4117 e-postan var” diyor; tıklamamız için tasarlanan reklamlar, ilgimizi çekmek için birbiriyle yarışıyor. Peki, ilgimizi bu kadar önemli kılan şey ne? Neden her şey ilgimizden bir parça koparmak için canhıraş bir yarış içinde?
Bunu “ilgi ekonomisi” kavramı ile açıklamak mümkün. İlgi ekonomisi, insan ilgisini zor bulunan bir emtia olarak kabul eden ve çeşitli bilgi yönetimi problemlerini çözmek için ekonomik teoriden faydalanan bir bilgi yönetimi yaklaşımı. Burada sözü edilen “ilgi” kavramını Thomas Davenportve John Beck, birlikte kaleme aldıkları “The Attention Economy: Understanding the New Currency of Business” adlı kitaplarında şöyle açıklıyor: İlgi, belirli bir bilgi öğesine odaklı bir mental kilitlenmedir. Önce bir bilgi öğesinin farkına varırız, sonra ona yoğunlaşırız ve nihayet onunla ilgili harekete geçmek ya da geçmemek konusunda karar veririz.
İlgi ekonomisi aslında hayatımızın her alanında gizli bir özne, hatta bazı endüstrilerin temelini oluşturuyor. Örneğin geleneksel reklam sektöründe ilgi, AIDA yani “attention” (ilgi),“interest” (merak), “desire” (arzu) ve “action” (aksiyon) sözcüklerinin ilk harflerinden alan modelin ilk aşamasını oluşturuyor. Dijital reklamcılık sayesinde reklamın tüketiciye ulaştırılma maliyetinin azalması ve tüketiciye algılayabileceğinden daha fazla reklam gösterilmesi, tüketicinin ilgisini zor bulunan bir emtiaya dönüştürüyor.
Peki, web’in ulaştığı hız ve maruz kaldığımız bu bilgi patlaması; başka bir deyişle, çok fazla veriyi çok kısa sürede işleme talebi neden ve nasıl bir probleme dönüşüyor?
İlgi, dijital çağda etrafımızı saran geniş bilgi havuzunun içinden en önemli bilgileri filtreleyebilmemizi mümkün kılıyor. Ancak içerik her geçen gün bollaştıkça ve hemen bulunabilir hale geldikçe, ilgi, bilginin tüketiminde sınırlayıcı bir etkene dönüşüyor. Bunun en güçlü tetikleyicilerinden biri ise insanın zihinsel kapasitesinin ve bilginin algılanabilirliğinin kısıtlı olması. Bu durum artık tasarımcıların meydan okudukları bir olgu, zira bir kullanıcının bir mecrada ya da uygulamada bir bilgiyi bulması belirli bir süreden daha uzun zaman alıyorsa, kullanıcının bu bilgiyi başka bir kaynakta aramaya yöneldiği kabul ediliyor.
Amerikalı siyaset bilimci, ekonomist, sosyolog ve bilgisayar bilimci Herbert A. Simon, problemin kökeni için bilgi sistemlerini tasarlayanları işaret ediyor ve şöyle diyor: Birçok bilgi sistemi tasarımcısı, tasarım problemlerini ilgi eksikliği yerine bilgi eksikliği olarak benimsedi. Bunun sonucu olarak, aslında önemsiz ve gereksiz bilgiyi filtrelemekte başarılı olan sistemler tasarlayacaklarına, insanlara hep daha fazla bilgi sunan sistemler tasarladılar.
"Biraz yavaş gidebilir miyiz lütfen?"
Yaşamın temposu ve talepkârlığı artarken, sistemin dönüştürücü girdabına kapılan ve kendini akıntıya kaptırarak bu hız talebini karşılamak için varını yoğunu ortaya koyan çoğumuzun aksine, bu gidişatın “insancıl” olmadığını; insan ve topluma zarar verdiğini savunan sesler de çok geçmeden yükselmeye başladı. Bu seslerin ilk hedefi “fast food” endüstrisiydi. Bundan yaklaşık 30 yıl önce İtalya’da, Carlo Petrini adındaki bir konosör (şarap tadım ve değerlendirme uzmanı) Roma’nın merkezine açılan McDonald’s restoranına yönelik bir protesto gerçekleştirdi. Bu protestonun yaktığı ateş zaman içinde harlandı ve günümüzde bölgesel gelenekleri, iyi beslenmeyi, gastronomik hazzı ve düşük tempolu bir yaşamı savunan; “slow food” adını alan ve artık 160 ülkede milyonlarca insana yayılmış dev bir olguya dönüştü. “Slow food”un yaygınlaşmasının ardından, “Slow Movement" (yavaş akım) adlı daha kapsayıcı bir akım, sinemadan ebeveynliğe, hatta bahçe bakımına kadar genleşti ve bu hareket artık odağını insanların ilgisine yönelik online savaşın insanların artık kaldıramayacağı kadar hızlandığı yere; web’e çevirdi.
Yavaş Web’in nasıl doğduğunu araştırdığımızda karşımıza Detroit’li bir yazar olan Jack Cheng’in web sitesinde yayınladığı bir makale çıkıyor. Cheng bu makalede, bu akımın ortaya çıkışından, bugün edindiği anlamdan ve pratikten söz ediyor. Cheng’e göre bu terimden ilk kez Rebecca Blood adlı bir yazarın 2010 yılında yazdığı ve web’in arşivsel doğasından faydalanabilmemiz için Slow Food ve Slow Cinema akımlarıyla paralel bir Slow Web akımına ihtiyacımız olduğunu savunduğu bir makalede, daha sonra ise iDoneThis adlı bir servisin gönderdiği e-postaların en altında telaffuz ediliyor. Sözü geçen e-postalar şöyle bir mesajla bitiyor:
iDoneThis Slow Web akımının bir mensubudur. Siz bize bir e-posta gönderdiğinizde, takviminiz o anda güncellenmez. Siz biraz dinlenin, uyandığınızda güncellenmiş bir takvim bulacaksınız.
Bu mesaj aslında bu servisin vaadiyle çok tutarlı. iDoneThis (Bunları Tamamladım), her gün sizin belirlediğiniz bir saatte size e-posta gönderiyor ve sizden bu e-postayı yanıtlayarak o gün başardıklarınızı ve tamamladıklarınızı yazmanızı istiyor; özellikle takımlar için, kimin neler tamamladığını herkesin bilmesini sağlamak için etkili.
Hızlı web’den kurtularak daha dingin bir zihinle yaşamak için çoğumuzun aklına ilk gelen şey biraz uzaklaşmak. Digital Detox ve Camp Grounded gibi, insanları dijital ortamdan uzaklaştırarak iyileştirmeye yönelik programlar — özellikle Amerika’da — yaygınlaşmış durumda ancak; çözüm bir uçtan diğerine koşmak yerine dengeyi bulmak ve dengeli kalmak olmalı. Zira “slow web”, web’i hiç kullanmamaktan değil, web’in hızını yeniden insanlaştırmaktan ibaret. Jack Cheng’e göre günlük hayatın girdabından kurtulmak, kendimizi bir ormana kapatmadan da mümkün olabilir.
Bunun için “slow web” kullanıcılarının tercih ettiği, tamamlanan işlerin günlüğünü tutan iDoneThis, anti-anlık mesajlaşmaya yarayan Jack, güzel anıları bir zaman kapsülü gibi saklayıp belirli zamanlarda hatırlatan Timehop gibi çok sayıda uygulama var ve bu uygulamalar yüz milyonlarca kişi tarafından kullanılıyor.
Yavaş Web akımı sadece uygulamalarla kısıtlı değil; hızlı internet bağlantıları yerine çevirmeli internet bağlantısı sunan kafe ve restoranlar, mesai saatleri dışında e-posta göndermeyi ve kontrol etmeyi yasaklayan ulusal yasalar, çalışırken iyi nefes aldığınızda sizi “sükunet puanları” ile ödüllendiren giyilebilir cihazlar, yemek yemek için bir restoranda bir araya gelen arkadaşların akıllı telefonlarını kapatmalarını sağlayan yazılımlar ve “zenware” adı verilen, dikkat dağıtıcı unsurları ortadan kaldırmaya yarayan uygulamalar var.
Yavaş Web’i mümkün kılmak için tasarlanan bunca şeye karşın — gazeteciler ve bankacılar gibi — yavaşlamak isteyen fakat meslekleri ya da işlerinin doğası nedeniyle bunu yapamayan çok sayıda insan var. “In Praise of Slow” kitabının yazarı Carl Honoré; “Karşı olduğumuz şey, web’in bir endüstriyel komplekse dönüşmesi. Fakat en iyi niyetli işletmelerin bile başarılarını daha çok içeriğe, daha çok tıklamaya ve etkileşime; bir başka deyişle insanların ürünlerine bağımlı hale gelmesine endekslediklerini biliyoruz.” diyor.
Bence asıl büyük mücadelemiz şimdi başlıyor. Geri adım atmaktan korkmamalı, teknolojinin dayanılmaz cazibesiyle göz ardı ettiğimiz insana ve insan merkezli dijital deneyimler tasarlamaya odaklanmalıyız. Bir zihinsel detoks sürecini başlatmanın ve web’i nasıl kullanacağımızı yeniden öğrenmenin tam zamanı; eğer çok geç kalmadıysak.